Makaleye
buradan ulaşılabilir: Microsoft Word
- ENGİN TOPUZKANAMIŞ.doc. Aşağıda önce makalenin ilgili kısımlarını italik
olarak alıntıladım, sonra görüş ve eleştirilerimi belirttim. Eleştiri
üslubundaki şımarıklıklar Sayın Topuzkanamış ile aramızdaki arkadaşlık hukukuna
sığınılarak biraz da gülünçlük olsun diye yapılmıştır.
1. FELSEFENİN
GEREKSİZLİĞİ VE YARARSIZLIĞI ÜZERİNE
“İktidarsız
hukuk felsefesi zihin jimnastiğinden ibarettir. Fikirler ancak bir iktidar
sisteminin çıkarları doğrultusunda hakikate dönüşebilir. Hukuk ve ahlak güç
ilişkilerine tabidir. (1129) / bir probleme ilişkin verileri resmetmek başka,
bunlar hakkında bir yargıda bulunmak başka bir şey. İlki bilimin alanı iken
ikincisi ahlâk ve politika gibi normatif disiplinlerin alanında. Hatta
ikincisi, güç ilişkilerinin varlığı nispetinde siyaset ve ideoloji ile hakikât
inşa eder ve toplumsal gerçekliği dönüştür. […] Öte yandan da gerek hukuk
hakkında gerekse de ahlâk hakkında fikir üreten, olması gereken tartışması
yapan insanların, gerçekte olana pek az etkisi vardır. Çoğunlukla ancak bu
fikirleri sloganlaştırıp basitleştirerek kendilerine kaldıraç yapan bir gücün
ortaya çıkması ile toplumsal gerçekliğin dönüşümü sağlanır. (1132)”
Jimnastik dönüştürücü bir etkinliktir. Nasıl
ki beden jimnastiği hem bedeni hem de zihni dönüştürür zihin jimnastiği de hem
zihni hem de bedeni dönüştürme gücüne sahiptir. Metafor bir yana, özellikle
modern toplumlarda birden çok iktidar odağı vardır. İktidarı tümüyle birinin
elinde olan ve diğerlerinin elinde olmayan, bölünemeyen, dağıtılamayan bir şey
olarak tasavvur etmek ancak Topuzkanamış’ın Hobbes’a olan hayranlığı ile
açıklanabilir. Ancak modern toplumlarda iktidarın, gücün ya da egemenliğin
görünümü Hobbes’un ya da Austin’in düşündüğünden çok farklıdır. Bugün iktidar
dediğimizde olsa olsa sürekli yenilenen, meydan okunan, tahkim edilen, tahrip
edilen, tanzim edilen muazzam bir toplumsal güç ilişkileri ağının bir
fonksiyonundan söz ediyor olabiliriz. Bu o kadar geniş ve karmaşık bir ağdır
ki, “hukukun kaynağı iktidardır” ya da “esas belirleyici olan iktidardır” gibi
önermeler hem çok doğrudur hem de pratikte hiçbir anlam ifade etmez. Bu ağın
çoğul, parçalı ve boşluklu karakteri hukuk ve ahlak hakkında ve olması gereken
hakkında üretilen fikirlerin önemini, etkisini ve gereğini arttırır. Ahlak ve
güç arasında bağlantı olması ne gücün monolitik bir şey olduğunu, ne de ahlaki
meselenin ancak güçle çözülebildiğini temellendirir.
“Ahlak,
içine doğduğumuz toplumda hazır bulduğumuz iyiye ve kötüye ilişkin anonim
toplumsal normlardır. (1130)”
Sonra aynı sayfanın sonunda şöyle deniyor: “Ahlâk,
felsefeciler tarafından birçok farklı bakımlardan tartışılmış olsa da toplumsal
kaynak pek dikkate alınmamış, insanın duygu, tutku ve güdüleri genellikle ahlak
için kaynak değil tehdit olarak algılanmıştır”.
Felsefecilerin bahsettiği ahlak
pozitif ahlak değildir ama bu felsefecilerin toplumsal ahlakı bilmediği ya da
göz ardı ettiği anlamına gelmez. Bir de kim bu felsefeciler? Makale görkemli
bir kontratakla başlıyor ama karşı takım kim, kale nerede belli değil. Topuzkanamış
genel olarak Kant’a çatıyor ama Kant’la olan tartışmanın da hızla
geçiştirildiğini görüyoruz. Hem Kant pozitif ahlaktan mı söz ediyor?
Topuzkanamış’ın bu soruya yanıtı biraz geç ama açık bir “hayır”: “Kant hakkındaki bu bölümü yazarken onu, ahlâkın
toplumsal bir olgu olduğunu görmezden geldiği, insanın tarihini, tabiatını ve
güdülerini dışlayarak ve hatta bunlara karşı bir ahlâk anlayışı kurmakla
suçlayan bir fikirden yola çıkmıştım. Ancak son noktada aslında onun gayet
bilinçli bir tutumla bundan kaçındığını görüyorum.” Yine de sanki rakip
Kant’mış gibi yazmaya veya böyle yazılmış olanları makalede tutmaya devam
ediyor.
“Kant’ın
bütün bu anlatısının bir soyutlama ve kurgu olduğunu yani gerçek olmadığını unutmadığımız
sürece son derece yararlı bir temrin ile karşı karşıyayız. (1140)” Topuzkanamış’ın retoriğinde “soyutlama”
ve “kurgu” pek olumlu nitelemeler olarak kullanılmıyor: “hukuk, ahlâk, eşitlik, özgürlük gibi insan zihninin uydurması olan
fikirler”(1141)...
Bu retorikte, soyutlamalar ve kurgular sanki
yanılsamalar, uydurmalar, eylenceler
ve aslında-tabiatta-var-olmayan-şeyler gibi bir yerde duruyor. Halbuki insanı
insan yapan şey gelişkin soyutlama ve kurgulama becerisidir ve bu beceri de
insan tabiatının bir parçasıdır. Eylence tok
insanın en büyük ihtiyacıdır, aça da açlığını unutturur… Ancak bu durum, eylencenin iyi olduğuna (ya da kötü olduğuna) yönelik bir temellendirme
değildir. Zira bu soyutlamalar ve kurgulamalar hepsi bir torbaya doldurulup
değerlendirilemeyecek kadar kalabalık ve karmaşık bir küme teşkil eder. Kıyafet
de bir kurgudur, devlet de aile de... Hocamızın mahir elleriyle ürettiği
çalgılar da birer kurgudur. Bunların kurgu olması, başka şekillerde de
kurulabilecekleri anlamına gelir. Yani bunların mevcut ve alternatif
formlarında doğanın belirleyiciliği bir düzeye kadardır ve sonrası insanın
tasavvuruna kalmıştır. O zaman tasavvurlar, soyutlamalar ve kurgular üzerine
doğrudan doğadan kaynaklanmayan önermelere de ihtiyacımız var. Hatta daha ziyade
bunlara ihtiyacımız var. Yani bize hukuk ve ahlak hakkında ve olması gereken
hakkında üretilen fikirler lazım.
Topuzkanamış, felsefenin
korkuluğunu saatlerce dövdükten sonra bir Hollywood jönü gibi yerdeki
paramparça korkuluğa dönüp bu dayağı neden yediğini açıklar: “Felsefe bir şeyin ne olduğunu söylemekten
ziyade, o şeyin “kavramını” (veya temsilini), söyleyerek inşa eder. Felsefe,
belli bir amaca matuf olmayan, araçsallaşmayan ve bizatihi kendi değeri için
gerçekleştirilen bir etkinlik olduğunda en yüksek değeri taşır. (1130)
Anlarız ki korkuluk bu dayağı gerçeğin kendisini söylediğini sanması, bir amaca
matuf olması, araçsallaşması ve bizatihi kendi değeri için değil başka
amaçlar için gerçekleştirilen bir etkinlik olması nedeniyle yemiştir.
Peki bir şeyin kavramı hakkında
değil de kendisi hakkında konuşabilen
disiplin hangisidir? Ya da “belli bir amaca matuf olmayan, araçsallaşmayan ve
bizatihi kendi değeri için gerçekleştirilen bir etkinlik” türünden felsefi
eserler hangileridir? Bugün felsefe camiasınca en çok çalışılan felsefi eserler
içerisinde hangileri için bu nitelemeyi yapabiliriz? Topuzkanamış korkuluğa
bunlarla ilgili örnekler vermez, orasını okura bırakır.
2.
AHLAKİ
TARTIŞMANIN EN SAĞLAM ZEMİNİ OLARAK BİYOLOJİ
“Bu
makalenin amacı ahlâk konusundaki felsefî tartışmaların yararsız veya gereksiz
olduğunu ileri sürmek değil, bu tartışmaların gerçekçi bir zeminde oturtup
uçuşmaktan kurtarılması gerektiğini söylemekti.” [sic] (1150) “Hukuk ve ahlakın kaynağı konusunda tartışma zeminimizi
biyolojik tabiatımız, insan davranışları ve evrimsel süreç oluşturmalıdır.
(1129)”
Şimdi Topuzkanamış’ın önerdiği zemini
inceleyelim. Bu zeminin üç öğesi var;
a. Biyolojik tabiatımız,
b. İnsan davranışları,
c. Evrimsel süreç.
İnsan davranışları kadar geniş ve
belirleyicilik yeteneği düşük bir kümenin nasıl bir sağlam tartışma zemini
olabileceğini bilemiyorum. Ya da insan davranışını esas almayan ahlaki tartışma nasıl olabilir... O nedenle bu öğeyi atlıyorum. Biyolojik tabiatımız
ve evrimsel süreç nerede birbirinden ayrılır onu da bilemiyorum. O nedenle
bunları birleştirerek ele almayı deneyeceğim. Başta şunu belirtmeliyim:
Nörobilimin güncel hali, hukuk ve ahlak felsefecisine hiçbir şey sunmamaktadır.
Nörobilim ve fMRI gözlemleri bize şunu söylüyor: “Beyninizle düşünüyorsunuz”.
Bu kadar. Hatta bu bile tartışmalı çünkü böyle deyince zihni beyne indirgemiş
gibi oluyoruz. Şöyle düzeltelim: “Düşünmede beynin önemli bir rolü var ve bazı
şeyleri düşünürken de beynin bazı yerleri daha çok çalışıyor.”
Nörobilimden bizim
meselelerimizle ilgili hiçbir normatif çıkarım yapacak durumda değiliz, daha
doğrusu nörobilim -en azından henüz- bu durumda değil. Zaten makalede de bu
başlık altında sadece ayna nöronlar konusuna değinilmiş. Ancak ayna nöronlar
zemininde yapılacak bir ahlak tartışması da bizi hiçbir yere götürmez. Ayna
nöronlar empati becerisiyle bağlantılıdır. Topuzkanamış ahlakla olan bağlantıyı
da şöyle kuruyor: “ahlâkın temelinde, karşımdaki için iyi ve kötü olanı bilmek
gerekliliği var (1133)”. Gelgelelim empati, diğerkamlık için ne kadar gerekliyse
sadizm için de o kadar gerekli bir beceridir. Hakkını veren bir sadistin de
gelişkin ayna nöronlara sahip olması gerekir.
Dahası, ahlakın temeli empati
onun da temeli ayna nöronlarsa, iktidara ve güç ilişkilerine ne oldu? Topluma
ne oldu? Yanıt ilerleyen sayfalarda gelir: “insanı ahlâkî bir varlık haline
getiren toplumdur” (1144). E hani ayna nöronlardı? Hani içimizdeydi. Sonra bunlar aynı sayfada birleşir: “Kısacası ahlâk,
evrimsel tabiatımızın bir sonucu olan toplumsal bir olgudur.” Peki evrimsel
süreç, yani ayna nöronlar, yani biyolojik doğamız, ahlakiliğin mi yoksa
ahlakın/ahlakların mı kaynağı? “Ahlakiliğin/ahlakların kaynağı tabiatımızdır”
demek ile “düşünmemizin/düşüncelerin kaynağı beynimizdir” demek arasında ne
fark var? Bunu bilmek bizi “idealar dünyası” gibi fantastik açıklamalara
inanmaktan alıkoyar belki ama bize daha fazla ne verebilir? Bu karmakarışık
dünyada hayat gemimizi yönlendirirken bize ne yardımı dokunur?
Yani aklıma şöyle bir sahne
geliyor. Eşim ve biricik kızımla neşeyle oynarken birden Engin Hoca odaya
giriyor ve bize bağırmaya başlıyor: “Bana
aşktan sevgiden bahsetmeyin siz belirli bir evrimsel süreç içinde şekillenen
biyolojik doğanız sayesinde birliktesiniz… Bu çocuk aşkınızın meyvesi değil, doğal bakımdan başarılı bir cinsel birlikteliğin ürünü! Aile, evrimsel
tabiatımızın bir sonucu olan toplumsal bir olgudur!”. Hocam, hakikati
söylüyorsun ama hakikat bundan ibaret değil ve söylediğin kısmı da hakikatin en
önemli kısmı değil.
“Fiziksel
ve duygusal bir his olarak acı ve hazzın, aksiyolojik olarak iyi ve kötü olarak
nitelendirilmesi, olandan olması gerekene geçişin güzel bir örneği. Hatta değer
alanına geçtiğimizde, fiziksel olarak haz olanın, değer bakımında kötü veya acı
olanın iyi olarak nitelendirilmesi de mümkün. Dolayısıyla iradî veya tesadüfî
eylemlerimizin sonucunun haz veya acı olmasına göre bunları istenen veya
istenmeyen eylemler olarak (bilinçli veya bilinçsiz) şekilde sınıflandırırız.”
(1134)
Makaledeki en sorunlu tasım bu.
İlk iki cümle birbiriyle “hatta” ile bağlanmış, sonra bunlar “dolayısıyla” ile
bir sonuç cümlesine bağlanmış. Gelgelelim ilk iki cümleye baktığımızda bunların “hatta” değil de “ancak” ya da “gelgelelim” gibi belirteçlerle bağlanması gerektiği görünüyor. Şöyle: “Fiziksel ve
duygusal bir his olarak acı ve hazzın, aksiyolojik olarak iyi ve kötü olarak
nitelendirilmesi, olandan olması gerekene geçişin güzel bir örneği. Ancak değer
alanına geçtiğimizde, fiziksel olarak haz olanın, değer bakımında kötü veya acı
olanın iyi olarak nitelendirilmesi de mümkün.” Şimdi bu öncüllere
“dolayısıyla” diyerek bir sonuç bağlayacaksak bu da olsa olsa şöyle bir şey
olurdu: “Dolayısıyla eylemlerimizi
istenen veya istenmeyen eylemler olarak (bilinçli veya bilinçsiz) şekilde
sınıflandırırken sadece haz ve acıdan hareket ettiğimiz söylenemez.” Şimdi
birleştirelim:
“Fiziksel
ve duygusal bir his olarak acı ve hazzın, aksiyolojik olarak iyi ve kötü olarak
nitelendirilmesi, olandan olması gerekene geçişin güzel bir örneği. Ancak değer
alanına geçtiğimizde, fiziksel olarak haz olanın, değer bakımında kötü veya acı
olanın iyi olarak nitelendirilmesi de mümkün. Dolayısıyla eylemlerimizi istenen
veya istenmeyen eylemler olarak (bilinçli veya bilinçsiz) şekilde
sınıflandırırken sadece haz ve acıdan hareket ettiğimiz söylenemez.” Böyle çok daha tutarlı oldu.
3. BASİT
TOPLUM – BASİT AHLAK – BASİT HUKUK
“Ahlâk
ve hukuk kerameti kendinde ve “iyilik” için olan kurallar değildir. Bir akıldan
ve/ya iradeden veya sadece bunlardan doğmazlar. Zamana ve topluma göre değişen,
dönüşen, asla tutarlı olamayacak, karmaşık toplumsal süreçlerin ürünü ve
hepsinden önce güç ilişkilerinin sonucu ve bu ilişkilerin sürdürülmesini
(status quo) sağlayan kurallardır.” (1150) “Toplumsal olanın sonsuz
karmaşıklığı ve tesadüfiliği, anlama çabamızın önüne devasa bir set çeker. “(1132)
Bunlar, altına gönül rahatlığıyla
imzamı atabileceğim ifadeler. Zaten yazarın sonuç bölümünde, makalenin geneline
göre çok daha orta yolcu bir noktaya geldiği ve Lord Devlin gibi kötü siyasetçiler
dışında bu camiada kimsenin savunmayacağı tezlere itiraz ettiği görülüyor.
Ancak yazar, sonuç bölümünde “bu işler çok karışık” noktasına gelmesine rağmen makalenin
genelinde toplum, ahlak ve hukuk ve de bunların aralarındaki ilişkiler
açısından aşırı basitleştirici tarzda iddialar ortaya koyuyor. Birkaç örnek
verelim:
-
“Gruplar açısından temel problem,
bir arada yaşama problemidir. Aslına bakılırsa bu sahte bir problemdir veya
zihinsel bir temrin olarak sorunsallaştırdığımız bir konudur: çünkü zaten bir
arada yaşarız. (1141)”
-
“Dolayısıyla birçok durumda
grubun ortak standartları oluşur. İnsan söz konusu olduğunda bu tip
tecrübelerin, grupta hâkim çıkarlar doğrultusunda bir ahlâkî, hukukî veya dinî
değer ve norma dönüştüğünü görüyoruz.” (1134)
-
“Demek ki hukukîlik, aslanın
antilobu yeme imkânı varken yemeyip de birlikte yaşamayı sürdürmek
istemesidir.” (1142)
-
“verili durumun, iyi ve kötü,
doğru ve yanlış gibi soyutlamalar ile sıvanmasına ahlâk denir.”(1142)
-
“[Ahlak] Metafizik veya aşkın
değil, biyolojik tabiatımızın sonucudur” (1143)…
Bu önermelerin neden aşırı
basitleştirici nitelikte olduğunu tek tek açıklayamayacağım ama genel olarak
şunu söyleyebilirim. Topuzkanamış’ın da yer yer atıf yaptığı Durkheim, toplum,
ahlak ve hukuk arasındaki ilişkiler hakkında zamandan bağımsız iddialar ortaya koymamak
gerektiğini söylemiştir. Bu nedenle toplumları -tam da- ahlakları bakımından
mekanik-organik diye ayırmış ve her iki toplumda toplum-hukuk-ahlak ilişkisinin
olanına ve olması gerekenine ilişkin ayrı ayrı iddialarda bulunmuştur. Aynı
ayrımı İbni Haldun’da, Tönnies’de, Simmel’da vs. birçok sosyologda görürüz. Bu
ayrımı yapmadan toplum-hukuk-ahlak ilişkileri hakkında konuşmak, “hukuk budur,
kökeni budur; ahlak budur, kaynağı budur” gibi toplumsal tipolojiyi hiçe sayan
genel geçer iddialar ortaya atmak tam da Topuzkanamış’ın “felsefeci”
tasavvuruna uygun bir davranıştır. Şöyle yarım-ağız bir şerh de bu durumu
kurtarmaz: “Yine de modernite (belli ölçüde) hariç, [birlikte yaşama meselesinin],
üstünde düşünülerek değil de bizzat yaşam tecrübesi ile gayrı iradi bir süreçle
hallolduğunu unutmamak gerekir.” (1141)
Topuzkanamış’ın makalesinin başlığı “Cemaat Tipi Toplumlarda Ahlakın ve Hukukun Kaynağı” olsa belki yine eleştirilirdi ama eleştirileri yazıya dökmek gerekmezdi. Hem bonobolu babunlu örneklem de böylesi bir başlığa çok daha uygun olurdu. Zira yazarın da dediği gibi “bildiğimiz kadarıyla hayvanlar ‘oklu kirpi yemek haramdır’ gibi ahlâkî yargıya ulaşmaz. (1134)” Öyleyse, bonobodan babundan hareketle tüm insan toplumsallığını açıklamaya çalışmamak gerekir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder