3 Aralık 2024 Salı

Engin Topuzkanamış'ın "AHLÂK VE HUKUKUN KÖKENLERİ HAKKINDA BİR İNCELEME" Başlıklı Makalesinin Eleştirisi

Makaleye buradan ulaşılabilir: Microsoft Word - ENGİN TOPUZKANAMIŞ.doc. Aşağıda önce makalenin ilgili kısımlarını italik olarak alıntıladım, sonra görüş ve eleştirilerimi belirttim. Eleştiri üslubundaki şımarıklıklar Sayın Topuzkanamış ile aramızdaki arkadaşlık hukukuna sığınılarak biraz da gülünçlük olsun diye yapılmıştır.

1.      FELSEFENİN GEREKSİZLİĞİ VE YARARSIZLIĞI ÜZERİNE

“İktidarsız hukuk felsefesi zihin jimnastiğinden ibarettir. Fikirler ancak bir iktidar sisteminin çıkarları doğrultusunda hakikate dönüşebilir. Hukuk ve ahlak güç ilişkilerine tabidir. (1129) / bir probleme ilişkin verileri resmetmek başka, bunlar hakkında bir yargıda bulunmak başka bir şey. İlki bilimin alanı iken ikincisi ahlâk ve politika gibi normatif disiplinlerin alanında. Hatta ikincisi, güç ilişkilerinin varlığı nispetinde siyaset ve ideoloji ile hakikât inşa eder ve toplumsal gerçekliği dönüştür. […] Öte yandan da gerek hukuk hakkında gerekse de ahlâk hakkında fikir üreten, olması gereken tartışması yapan insanların, gerçekte olana pek az etkisi vardır. Çoğunlukla ancak bu fikirleri sloganlaştırıp basitleştirerek kendilerine kaldıraç yapan bir gücün ortaya çıkması ile toplumsal gerçekliğin dönüşümü sağlanır. (1132)”

 Jimnastik dönüştürücü bir etkinliktir. Nasıl ki beden jimnastiği hem bedeni hem de zihni dönüştürür zihin jimnastiği de hem zihni hem de bedeni dönüştürme gücüne sahiptir. Metafor bir yana, özellikle modern toplumlarda birden çok iktidar odağı vardır. İktidarı tümüyle birinin elinde olan ve diğerlerinin elinde olmayan, bölünemeyen, dağıtılamayan bir şey olarak tasavvur etmek ancak Topuzkanamış’ın Hobbes’a olan hayranlığı ile açıklanabilir. Ancak modern toplumlarda iktidarın, gücün ya da egemenliğin görünümü Hobbes’un ya da Austin’in düşündüğünden çok farklıdır. Bugün iktidar dediğimizde olsa olsa sürekli yenilenen, meydan okunan, tahkim edilen, tahrip edilen, tanzim edilen muazzam bir toplumsal güç ilişkileri ağının bir fonksiyonundan söz ediyor olabiliriz. Bu o kadar geniş ve karmaşık bir ağdır ki, “hukukun kaynağı iktidardır” ya da “esas belirleyici olan iktidardır” gibi önermeler hem çok doğrudur hem de pratikte hiçbir anlam ifade etmez. Bu ağın çoğul, parçalı ve boşluklu karakteri hukuk ve ahlak hakkında ve olması gereken hakkında üretilen fikirlerin önemini, etkisini ve gereğini arttırır. Ahlak ve güç arasında bağlantı olması ne gücün monolitik bir şey olduğunu, ne de ahlaki meselenin ancak güçle çözülebildiğini temellendirir.

“Ahlak, içine doğduğumuz toplumda hazır bulduğumuz iyiye ve kötüye ilişkin anonim toplumsal normlardır. (1130)” Sonra aynı sayfanın sonunda şöyle deniyor: “Ahlâk, felsefeciler tarafından birçok farklı bakımlardan tartışılmış olsa da toplumsal kaynak pek dikkate alınmamış, insanın duygu, tutku ve güdüleri genellikle ahlak için kaynak değil tehdit olarak algılanmıştır”.

Felsefecilerin bahsettiği ahlak pozitif ahlak değildir ama bu felsefecilerin toplumsal ahlakı bilmediği ya da göz ardı ettiği anlamına gelmez. Bir de kim bu felsefeciler? Makale görkemli bir kontratakla başlıyor ama karşı takım kim, kale nerede belli değil. Topuzkanamış genel olarak Kant’a çatıyor ama Kant’la olan tartışmanın da hızla geçiştirildiğini görüyoruz. Hem Kant pozitif ahlaktan mı söz ediyor? Topuzkanamış’ın bu soruya yanıtı biraz geç ama açık bir “hayır”: “Kant hakkındaki bu bölümü yazarken onu, ahlâkın toplumsal bir olgu olduğunu görmezden geldiği, insanın tarihini, tabiatını ve güdülerini dışlayarak ve hatta bunlara karşı bir ahlâk anlayışı kurmakla suçlayan bir fikirden yola çıkmıştım. Ancak son noktada aslında onun gayet bilinçli bir tutumla bundan kaçındığını görüyorum.” Yine de sanki rakip Kant’mış gibi yazmaya veya böyle yazılmış olanları makalede tutmaya devam ediyor.

“Kant’ın bütün bu anlatısının bir soyutlama ve kurgu olduğunu yani gerçek olmadığını unutmadığımız sürece son derece yararlı bir temrin ile karşı karşıyayız. (1140)” Topuzkanamış’ın retoriğinde “soyutlama” ve “kurgu” pek olumlu nitelemeler olarak kullanılmıyor: “hukuk, ahlâk, eşitlik, özgürlük gibi insan zihninin uydurması olan fikirler”(1141)...

Bu retorikte, soyutlamalar ve kurgular sanki yanılsamalar, uydurmalar, eylenceler ve aslında-tabiatta-var-olmayan-şeyler gibi bir yerde duruyor. Halbuki insanı insan yapan şey gelişkin soyutlama ve kurgulama becerisidir ve bu beceri de insan tabiatının bir parçasıdır. Eylence tok insanın en büyük ihtiyacıdır, aça da açlığını unutturur… Ancak bu durum, eylencenin iyi olduğuna (ya da kötü olduğuna) yönelik bir temellendirme değildir. Zira bu soyutlamalar ve kurgulamalar hepsi bir torbaya doldurulup değerlendirilemeyecek kadar kalabalık ve karmaşık bir küme teşkil eder. Kıyafet de bir kurgudur, devlet de aile de... Hocamızın mahir elleriyle ürettiği çalgılar da birer kurgudur. Bunların kurgu olması, başka şekillerde de kurulabilecekleri anlamına gelir. Yani bunların mevcut ve alternatif formlarında doğanın belirleyiciliği bir düzeye kadardır ve sonrası insanın tasavvuruna kalmıştır. O zaman tasavvurlar, soyutlamalar ve kurgular üzerine doğrudan doğadan kaynaklanmayan önermelere de ihtiyacımız var. Hatta daha ziyade bunlara ihtiyacımız var. Yani bize hukuk ve ahlak hakkında ve olması gereken hakkında üretilen fikirler lazım.

Topuzkanamış, felsefenin korkuluğunu saatlerce dövdükten sonra bir Hollywood jönü gibi yerdeki paramparça korkuluğa dönüp bu dayağı neden yediğini açıklar: “Felsefe bir şeyin ne olduğunu söylemekten ziyade, o şeyin “kavramını” (veya temsilini), söyleyerek inşa eder. Felsefe, belli bir amaca matuf olmayan, araçsallaşmayan ve bizatihi kendi değeri için gerçekleştirilen bir etkinlik olduğunda en yüksek değeri taşır. (1130) Anlarız ki korkuluk bu dayağı gerçeğin kendisini söylediğini sanması, bir amaca matuf olması, araçsallaşması ve bizatihi kendi değeri için değil başka amaçlar için gerçekleştirilen bir etkinlik olması nedeniyle yemiştir.

Peki bir şeyin kavramı hakkında değil de kendisi hakkında konuşabilen disiplin hangisidir? Ya da “belli bir amaca matuf olmayan, araçsallaşmayan ve bizatihi kendi değeri için gerçekleştirilen bir etkinlik” türünden felsefi eserler hangileridir? Bugün felsefe camiasınca en çok çalışılan felsefi eserler içerisinde hangileri için bu nitelemeyi yapabiliriz? Topuzkanamış korkuluğa bunlarla ilgili örnekler vermez, orasını okura bırakır.

2.      AHLAKİ TARTIŞMANIN EN SAĞLAM ZEMİNİ OLARAK BİYOLOJİ

“Bu makalenin amacı ahlâk konusundaki felsefî tartışmaların yararsız veya gereksiz olduğunu ileri sürmek değil, bu tartışmaların gerçekçi bir zeminde oturtup uçuşmaktan kurtarılması gerektiğini söylemekti.” [sic] (1150) “Hukuk ve ahlakın kaynağı konusunda tartışma zeminimizi biyolojik tabiatımız, insan davranışları ve evrimsel süreç oluşturmalıdır. (1129)”

 Şimdi Topuzkanamış’ın önerdiği zemini inceleyelim. Bu zeminin üç öğesi var;

a.      Biyolojik tabiatımız,

b.     İnsan davranışları,

c.      Evrimsel süreç.

İnsan davranışları kadar geniş ve belirleyicilik yeteneği düşük bir kümenin nasıl bir sağlam tartışma zemini olabileceğini bilemiyorum. Ya da insan davranışını esas almayan ahlaki tartışma nasıl olabilir... O nedenle bu öğeyi atlıyorum. Biyolojik tabiatımız ve evrimsel süreç nerede birbirinden ayrılır onu da bilemiyorum. O nedenle bunları birleştirerek ele almayı deneyeceğim. Başta şunu belirtmeliyim: Nörobilimin güncel hali, hukuk ve ahlak felsefecisine hiçbir şey sunmamaktadır. Nörobilim ve fMRI gözlemleri bize şunu söylüyor: “Beyninizle düşünüyorsunuz”. Bu kadar. Hatta bu bile tartışmalı çünkü böyle deyince zihni beyne indirgemiş gibi oluyoruz. Şöyle düzeltelim: “Düşünmede beynin önemli bir rolü var ve bazı şeyleri düşünürken de beynin bazı yerleri daha çok çalışıyor.”

Nörobilimden bizim meselelerimizle ilgili hiçbir normatif çıkarım yapacak durumda değiliz, daha doğrusu nörobilim -en azından henüz- bu durumda değil. Zaten makalede de bu başlık altında sadece ayna nöronlar konusuna değinilmiş. Ancak ayna nöronlar zemininde yapılacak bir ahlak tartışması da bizi hiçbir yere götürmez. Ayna nöronlar empati becerisiyle bağlantılıdır. Topuzkanamış ahlakla olan bağlantıyı da şöyle kuruyor: “ahlâkın temelinde, karşımdaki için iyi ve kötü olanı bilmek gerekliliği var (1133)”. Gelgelelim empati, diğerkamlık için ne kadar gerekliyse sadizm için de o kadar gerekli bir beceridir. Hakkını veren bir sadistin de gelişkin ayna nöronlara sahip olması gerekir.

Dahası, ahlakın temeli empati onun da temeli ayna nöronlarsa, iktidara ve güç ilişkilerine ne oldu? Topluma ne oldu? Yanıt ilerleyen sayfalarda gelir: “insanı ahlâkî bir varlık haline getiren toplumdur” (1144). E hani ayna nöronlardı? Hani içimizdeydi. Sonra bunlar aynı sayfada birleşir: “Kısacası ahlâk, evrimsel tabiatımızın bir sonucu olan toplumsal bir olgudur.” Peki evrimsel süreç, yani ayna nöronlar, yani biyolojik doğamız, ahlakiliğin mi yoksa ahlakın/ahlakların mı kaynağı? “Ahlakiliğin/ahlakların kaynağı tabiatımızdır” demek ile “düşünmemizin/düşüncelerin kaynağı beynimizdir” demek arasında ne fark var? Bunu bilmek bizi “idealar dünyası” gibi fantastik açıklamalara inanmaktan alıkoyar belki ama bize daha fazla ne verebilir? Bu karmakarışık dünyada hayat gemimizi yönlendirirken bize ne yardımı dokunur?

Yani aklıma şöyle bir sahne geliyor. Eşim ve biricik kızımla neşeyle oynarken birden Engin Hoca odaya giriyor ve bize bağırmaya başlıyor: “Bana aşktan sevgiden bahsetmeyin siz belirli bir evrimsel süreç içinde şekillenen biyolojik doğanız sayesinde birliktesiniz… Bu çocuk aşkınızın meyvesi değil, doğal bakımdan başarılı bir cinsel birlikteliğin ürünü! Aile, evrimsel tabiatımızın bir sonucu olan toplumsal bir olgudur!”. Hocam, hakikati söylüyorsun ama hakikat bundan ibaret değil ve söylediğin kısmı da hakikatin en önemli kısmı değil.

“Fiziksel ve duygusal bir his olarak acı ve hazzın, aksiyolojik olarak iyi ve kötü olarak nitelendirilmesi, olandan olması gerekene geçişin güzel bir örneği. Hatta değer alanına geçtiğimizde, fiziksel olarak haz olanın, değer bakımında kötü veya acı olanın iyi olarak nitelendirilmesi de mümkün. Dolayısıyla iradî veya tesadüfî eylemlerimizin sonucunun haz veya acı olmasına göre bunları istenen veya istenmeyen eylemler olarak (bilinçli veya bilinçsiz) şekilde sınıflandırırız.” (1134)

Makaledeki en sorunlu tasım bu. İlk iki cümle birbiriyle “hatta” ile bağlanmış, sonra bunlar “dolayısıyla” ile bir sonuç cümlesine bağlanmış. Gelgelelim ilk iki cümleye baktığımızda bunların “hatta” değil de “ancak” ya da “gelgelelim” gibi belirteçlerle bağlanması gerektiği görünüyor. Şöyle: “Fiziksel ve duygusal bir his olarak acı ve hazzın, aksiyolojik olarak iyi ve kötü olarak nitelendirilmesi, olandan olması gerekene geçişin güzel bir örneği. Ancak değer alanına geçtiğimizde, fiziksel olarak haz olanın, değer bakımında kötü veya acı olanın iyi olarak nitelendirilmesi de mümkün.” Şimdi bu öncüllere “dolayısıyla” diyerek bir sonuç bağlayacaksak bu da olsa olsa şöyle bir şey olurdu: “Dolayısıyla eylemlerimizi istenen veya istenmeyen eylemler olarak (bilinçli veya bilinçsiz) şekilde sınıflandırırken sadece haz ve acıdan hareket ettiğimiz söylenemez.” Şimdi birleştirelim:

“Fiziksel ve duygusal bir his olarak acı ve hazzın, aksiyolojik olarak iyi ve kötü olarak nitelendirilmesi, olandan olması gerekene geçişin güzel bir örneği. Ancak değer alanına geçtiğimizde, fiziksel olarak haz olanın, değer bakımında kötü veya acı olanın iyi olarak nitelendirilmesi de mümkün. Dolayısıyla eylemlerimizi istenen veya istenmeyen eylemler olarak (bilinçli veya bilinçsiz) şekilde sınıflandırırken sadece haz ve acıdan hareket ettiğimiz söylenemez.” Böyle çok daha tutarlı oldu.

3.      BASİT TOPLUM – BASİT AHLAK – BASİT HUKUK

“Ahlâk ve hukuk kerameti kendinde ve “iyilik” için olan kurallar değildir. Bir akıldan ve/ya iradeden veya sadece bunlardan doğmazlar. Zamana ve topluma göre değişen, dönüşen, asla tutarlı olamayacak, karmaşık toplumsal süreçlerin ürünü ve hepsinden önce güç ilişkilerinin sonucu ve bu ilişkilerin sürdürülmesini (status quo) sağlayan kurallardır.” (1150) “Toplumsal olanın sonsuz karmaşıklığı ve tesadüfiliği, anlama çabamızın önüne devasa bir set çeker. “(1132)

Bunlar, altına gönül rahatlığıyla imzamı atabileceğim ifadeler. Zaten yazarın sonuç bölümünde, makalenin geneline göre çok daha orta yolcu bir noktaya geldiği ve Lord Devlin gibi kötü siyasetçiler dışında bu camiada kimsenin savunmayacağı tezlere itiraz ettiği görülüyor. Ancak yazar, sonuç bölümünde “bu işler çok karışık” noktasına gelmesine rağmen makalenin genelinde toplum, ahlak ve hukuk ve de bunların aralarındaki ilişkiler açısından aşırı basitleştirici tarzda iddialar ortaya koyuyor. Birkaç örnek verelim:

-        “Gruplar açısından temel problem, bir arada yaşama problemidir. Aslına bakılırsa bu sahte bir problemdir veya zihinsel bir temrin olarak sorunsallaştırdığımız bir konudur: çünkü zaten bir arada yaşarız. (1141)”

-        “Dolayısıyla birçok durumda grubun ortak standartları oluşur. İnsan söz konusu olduğunda bu tip tecrübelerin, grupta hâkim çıkarlar doğrultusunda bir ahlâkî, hukukî veya dinî değer ve norma dönüştüğünü görüyoruz.” (1134)

-        “Demek ki hukukîlik, aslanın antilobu yeme imkânı varken yemeyip de birlikte yaşamayı sürdürmek istemesidir.” (1142)

-        “verili durumun, iyi ve kötü, doğru ve yanlış gibi soyutlamalar ile sıvanmasına ahlâk denir.”(1142)

-        “[Ahlak] Metafizik veya aşkın değil, biyolojik tabiatımızın sonucudur” (1143)

Bu önermelerin neden aşırı basitleştirici nitelikte olduğunu tek tek açıklayamayacağım ama genel olarak şunu söyleyebilirim. Topuzkanamış’ın da yer yer atıf yaptığı Durkheim, toplum, ahlak ve hukuk arasındaki ilişkiler hakkında zamandan bağımsız iddialar ortaya koymamak gerektiğini söylemiştir. Bu nedenle toplumları -tam da- ahlakları bakımından mekanik-organik diye ayırmış ve her iki toplumda toplum-hukuk-ahlak ilişkisinin olanına ve olması gerekenine ilişkin ayrı ayrı iddialarda bulunmuştur. Aynı ayrımı İbni Haldun’da, Tönnies’de, Simmel’da vs. birçok sosyologda görürüz. Bu ayrımı yapmadan toplum-hukuk-ahlak ilişkileri hakkında konuşmak, “hukuk budur, kökeni budur; ahlak budur, kaynağı budur” gibi toplumsal tipolojiyi hiçe sayan genel geçer iddialar ortaya atmak tam da Topuzkanamış’ın “felsefeci” tasavvuruna uygun bir davranıştır. Şöyle yarım-ağız bir şerh de bu durumu kurtarmaz: “Yine de modernite (belli ölçüde) hariç, [birlikte yaşama meselesinin], üstünde düşünülerek değil de bizzat yaşam tecrübesi ile gayrı iradi bir süreçle hallolduğunu unutmamak gerekir.” (1141)

Topuzkanamış’ın makalesinin başlığı “Cemaat Tipi Toplumlarda Ahlakın ve Hukukun Kaynağı” olsa belki yine eleştirilirdi ama eleştirileri yazıya dökmek gerekmezdi. Hem bonobolu babunlu örneklem de böylesi bir başlığa çok daha uygun olurdu. Zira yazarın da dediği gibi “bildiğimiz kadarıyla hayvanlar ‘oklu kirpi yemek haramdır’ gibi ahlâkî yargıya ulaşmaz. (1134)” Öyleyse, bonobodan babundan hareketle tüm insan toplumsallığını açıklamaya çalışmamak gerekir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder